31 Ağustos 2008 Pazar

Üzgündüm!



Bugün kendimi kötü hissediyordum. Değersiz,önemsiz hiç kimse için anlamı olmayan biri olarak. Hatta iki güvercinim vardı. Onları bile saldım. Kimseyi zorla tutamam yanımda dedim. Bırak istedikleri yere uçsunlar. Özgür olsunlar üzgün değil. Hatta yaşamıyor olsaydım böyle zor kararlar vermek zorunda kalmazdım dedim. Herkesin hayatından çıksam, yok olsam artık kimseyi üzmemiş olurum diye düşündüm. Üzülmemiş olurum. Her şey üstüme üstüme geliyordu. Kendimi incinmiş hissediyordum. Sanırım oldukça hassasım. Başarısız olacağımı düşünüyordum. Hep mutsuz olacağımı. Çok halsiz ve bitkindim. Hiç bir şey yapmak istemiyordum.Hiç kimsenin beni anlamadığını, anlamak istemediğini düşünüyordum. Düşünecek o kadar çok şey vardı ki. Hiçbir şey için gücüm yoktu. Ne yemek yemek ne de yapmak. Sadece yemek zorunda olduğum için yiyiyordum. Her şey anlamsız geliyordu. Bu anlamsızlığın içinde benimde bir anlamım yoktu. Her şeyin yok olduğu anlamını yitirdiği yerde benim ne işim vardı ki. Beni düşünen, hatırlayan, önemseyen, ilgilenen, merak eden seven kimse yok gibi geliyordu. Hiçbir zaman mutlu olamayacağım dedim. Hiçbir zaman. Sonra bilgisayarımdaki bazı resimlere bakmaya başladım. Mutlu olduğum anları gördüm. Gülümsediğim, sevimli gözüktüğüm. Bu resimlerde bana değer veren insanları gördüm. Yanlarında mutlu olduğum zamanları hatırladım. Ne kadar güzel yerlere gitmişim. Annemle babamın resimlerine baktım. Beni ne kadar sevdikleri aklıma geldi. Bütün dünyaları olduğum. Özledim onları. Bu resimlerde beslediğim sokak köpeklerini gördüm. Beni görünce kuyruklarını sallayıp, ne kadar sevindiklerini hatırladım.



Bu resimlerde arkadaşlarımı gördüm. Bana söyledikleri güzel sözleri hatırladım. Birlikteyken nasıl eğlendiğimizi. Çayırda,çimende, dağda bayırda, deniz kıyısında çekilmiş fotoğraflarımı gördüm. Bu noktaya gelmek için ne kadar çabaladığımı hatırladım. Neleri başardığımı, neleri aştığımı, neleri öğrendiğimi. Bunlar boşuna mıydı dedim. Her şeyi tek kalemde silecek misin? Güçlü olmak zorundasın, savaşmak zorundasın. Koş yoksa düşersin. Sonra engelli insanları düşündüm. Ne kadar zor şartlarda yaşadıklarını, ne gibi zorluklarla karşılaştıklarını, psikolojilerini. Ama yinede yaşadıklarını, çaba sarf ettiklerini, bazen normal insanların başaramadığı şeyleri başardıklarını. Benimse başarılı olmak için kendimden başka engelim yoktu. Sadece her şeyi bir kenara bırakıp konsantre olmalıydım. Sonra bir arkadaşım telefon etti. Hem de Hiç beklemediğim bir anda. Çocukluk arkadaşım. Sesini duyunca bütün kederim dağıldı. Birlikte çocukken nasıl eğlendiğimizi hatırladım. Çocukluk günlerimi. Kardeşim gibiydi. Hep birlikteydik. Bazen uykudan uyanıp gözlerimi açınca başucumdaki koltukta ilk önce onu görürdüm. Yada uyanınca hemen onu çağırırdım. Evlerimiz bitişikti. Sesini duymak iyi geldi. Şimdi evli ve 3 yaşında bir kızı var. Umarım hep mutlu olur ailesiyle çocuğuyla. Beni çok onurlandıran bir teklifte bulundu. Kabul etmem çok mümkün değil tabi ama yine de çok hoşuma gitti. Beni araması, hatırlaması, düşünmesi. Hem de hiç beklemediğim anda. İşte hayat sürprizlerle dolu. Boşuna üzüldüğümü düşündüm. Her şey olacağına varır. Hayat sürprizle, mucizelerle dolu dedim. Yalnız değilim. Sen sadece kendine olan saygını sevgini kaybetme. Seni üzmelerine izin verme.
Üniversitedeyken kurallara uyan değil kuralları koyan olacağım derdim. Sonrasında kuralların ne kadar önemli olduğunun farkına vardım. Prensiplerin. Bence herkesin prensipleri olmalı ve başkalarınınkilere de saygı gösterilmeli. Değer veren saygı ve anlayış gösterir. Tabi bu belirli bir olgunluğu gerektiriyor. Vücudumuzun bile belirli bir düzeni var. Belirli kurallara göre işliyor. Kurallara uymayan bir hücre aşırı çoğaldığında örneğin kanser olunuyor. Sonrada o kanserli kısmın alınması gerekiyor. Tabi kurallarda mantık süzgecinden geçirilmeli. Tabi kendinize prensip olarak seçtikleriniz elbetteki, mantık süzgecinden geçirilmiş üzerinde düşünülmüş, deneyimlerinize dayanarak oluşturduğunuz kurallardır. Şimdi biraz daha iyiyim. Siz de kimsenin sizi üzmesine izin vermeyin. Kendinizin bile. Değerlisiniz tıpkı benim gibi. Değerli ve sevilmeye layık. Unutmayın ki hayat sürprizler ve mucizelerle doludur.

29 Ağustos 2008 Cuma

Bugün çok güzel bulutlar gördüm!

Sizde bulutlara bakıp hayal kurar mısınız? Ben bu gün çok güzel bulutlar gördüm. Bulutlara bakıp şekillerine göre onları yorumlamak hoşuma gidiyor doğrusu.Beni gülümsetiyor. Bugünkü güzel bulutlar otobüsün camından bakarken dikkatimi çekti. Aklım bir karış havada değildi ama başım havadaydı. Bu beğendiğim sevgili bulutun resmini ekliyorum ama tam olarak böyle görünmüyordu.



Onları benim gözlerimle görmeliydiniz. Biliyorsunuz bulutlar sürekli yer değiştiriyorlar. Ben tam o anda fotoğraflarını çekemedim. Telefonumdaki resimlerin sayısı çok artmış.Yer açayım derken aslında bu güzel görüntüyü kaçırdım.İnsanlar herhalde kim bu deli demişlerdir. Otobüs durağına bir sürü insan ve otobüs gelip gidiyor, herkes koşuşturuyor ve ben bu karmaşanın içinde bir köşede durmuş cep telefonumu gökyüzüne doğrultmuşum. Güzel bulutların resmini çekiyorum. Nasıl görünüyorlardı biliyor musunuz? Hani böyle kar yeni yağmaya başlar. Yağan karı izlersiniz, acaba tutacak mı diye düşünürsünüz. Yağmaya devam eden kar her yeri ince bir tabaka halinde kaplar. Kalın değildir ama yerin görünmesine izin verecek kadar da ince değildir. Sonra insanlar üstünde gezinmeye başlar ve minik izler oluşur. İşte böyle bir görüntüydü. Kar her zaman gökyüzünden yağar ama bu sefer sanki gökyüzüne yağmış gibiydi. Diğer bulutlar pofuduk pofuduk batmak üzere olan güneşi kapatıyorlardı ve güneşin parlak ışıkları bulutların arasından sızıyordu. Bu bulutların arasından ince bir kar tabakasına benzeyen benim bulutlarım görünüyordu. Cümleye bakar mısınız? Benim bulutlarım. O kadar beğendinse alıp eve götürseydin diyeceksiniz. Evet onları zihnime kaydedip eve getirdim. Benimleydiler, yazımı okuyorsunuz bulutlarım şimdi sizin yanınızdalar. Onlara iyi bakın. Akşam üstü yağmur yağacağını düşünmüştüm ama hala yağmadı. Bulutları sevdiğim gibi yağmuru da seviyorum. Küçükken yani aşağı yukarı üç buçuk yaşındayken uçakla seyahat ettiğimde bulutların kar olduğunu zannederdim. Annem onların bulut olduğunu söylese de ben kar olduklarında ısrar ederdim. Birde bahçemizdeki karıncaları izleyip nasıl birbirlerine çarpmadan yürüdüklerini merak ederdim. Şimdi büyüdüm. Bulutların kar olmadığını biliyorum. Ve karıncalar gibi biz de istiklal caddesinde veya diğer kalabalık yerlerde birbirimize çarpmadan yürüyebiliyoruz. Ama içimde hala küçük bir çocuk var.

26 Ağustos 2008 Salı

Lays Gurme Parmesanlı



Kedim ve ben lays gurme parmesanlı cipsi çok sevdik. Benim gibi o da ağzının tadını iyi biliyor. Lays’in bu yeni ürünü %25 oranında daha az yağlı ve biraz daha kalın önceki çeşitlere göre. Cipsi ağzınıza attığınızda parmesan peynirinin o yoğun tadını hemen hissediyorsunuz. Gerçek bir lezzet. Aslında cips benzeri şeyler doğal olmadığı ve kızartma olduğu için çok sağlıklı değil. Ama şimdi yeni bir tat çıkmış, yeni bir lezzet, hayatımıza yeni bir renk denemeden olur mu. Lezzetli olduğunu iddia eden bir cips diğer sıradan cipslerin arasından bana göz kırpıyor. Ben buradayım, ben buradayım diyor. Denemeden geçebilir miyim? Tanesi 2 ytl olan bu cipsi bir solukta bitirmek mümkün olmuyor.İnsan susuyor.O yüzden ilk kısmını açlığımı bastırması için diğer kısmını ise televizyon ya da bilgisayar başında keyif yapmak için kullanıyorum. Henüz rokfor ve feta kırmızı biberlisini denemedim. En kısa sürede onları da deneyeceğim. Tabi kedim de deneyecek. Ben paketi, ambalajı olan bir yiyecek aldığım zaman üstündeki her şeyi mutlaka okurum. Ambalaj da önemli,ambalajın üzerinde ne yazdığı da, ambalajın içindekinin ne kadar lezzetli olduğu da. Paketin arka kısmında şöyle yazıyordu. “Farklı deneyimlere, yeni tatlara açıksınız.”Hmm evet öyleyimdir. “Türk mutfağından olduğu kadar dünya mutfağından da hoşlanıyorsunuz.” Eveeeet öyleyimdir. “Seçicisiniz ve ağzınızın tadını iyi biliyorsunuz.” Brrravo aynen. Böyle iltifatlara devam etseydi ne güzel olurdu ama geride yazılı olanlar bu kadar önemli ve etkileyici değil.Yani size kendinizi özel hissettirmeye önce ambalajdan başlıyorlar sonra sıra lezzette. Kendimizi özel hissetmeye önemli hissetmeye ne kadar da ihtiyacımız var. Çok eskiden sinemada bir film izlemiştim. Psikolojik gerilim gibi bir şeydi. Filmde cinayetler filan olmasına rağmen konu zekice işlenmişti. Orada yakaladığım edindiğim bir izlenimi,psikolojik bir öğeyi sizinle paylaşmak istiyorum. Küçük bir çocuk vardı. Babaannesi ona çok kötü davranıyordu. Sürekli onu aşağılıyordu. Eleştiriyordu. Değersiz,önemsiz bir hiç olduğunu vurguluyordu onu takdir etmek bir yana. Filmin ismi de ejderhalı bir şeydi tam hatırlamıyorum. Sonra çocuk büyüyünce seri cinayetler işleyen bir katil oluyor. Bu olağan bir sonuç gibi gözükebilir tabi.Ama benim filmden yakaladığım ve çıkardığım fikir ilginçti.Adam cinayetlerin ardında bazı ip uçları bırakıyordu. Herkes katili merak ediyordu. İnsanlara bir şekilde önemli olduğunu hissettirmeye çalışıyordu bu yolla. Bakın ben önemliyim,güçlüyüm zekiyim gibi mesajlar vermeye çalışıyordu.Vücudunun tamamına da ejderha şeklinde dövme mi yaptırmıştı ne. Vaaay dedim. Yaptıkları çok kötü tabi ama aslında ne kadar acınası durumda.İnsanın kendisinin önemli olduğunu hissetmesi bunun hissettirilmesi ne kadar da önemli. Bu verilmezse insan “önemli,değerli hissetmek hakkımız, söke söke alırız” gibisinden nasıl da olmadık şeyler yapabiliyor. İşte bu cipste lezzetiyle insana kendini özel hissettiriyor. Kendimi özel hissetmek için bu küçük fırsatı neden kaçırayım? Ama fazla yememek lazım biliyorsunuz kızartmalar kanserojen. Ben yaşamak istiyorum. Yeni lezzetleri tatmak için,üretmek için, iyi bir iz bırakmak için hayata,mutlu olmak için,sevdiklerimle birlikte olmak için, sevmek için,sevilmek için. Bu arada lays gurme parmesanlının resmini bulamadığımdan bu resmi kullandım.

23 Ağustos 2008 Cumartesi

Otobüs beklerken canınız sıkılmasın!



Özellikle acelemiz varsa otobüs beklerken canımız sıkılır. Kendimizi huzursuz hissederiz. Ama ben acelem olmadığı zamanlarda şöyle düşünürüm. Otobüsün gelmesini bekliyorum, ümit ediyorum. Hayat da böyle değil mi zaten? Hep bir şeyleri bekliyoruz, hayal ediyoruz, ümit ediyoruz. Bazen çaba sarfetmeden önce bazense sonra. Ve beklemek ümit etmek hayal kurmak bizim için ne kadar önemli. Her şey hayal etmekle başlar.Davranışarımız düşüncelerimizin ve hislerimizin bir yansımasıdırlar.Beklemeden ümit etmeden yaşayamazdık sanırım. Her şey istediğimiz zaman gerçekleşseydi aslında canımız sıkılırdı. Beklemenin ümit etmenin hayal etmenin verdiği heyecanı yaşayamazdık. Bazen stres yaratıyor tabi o ayrı.Her zaman bekliyoruz başarılı olmayı, mutlu olmayı,iyi bir geleceğe sahip olmayı,sevmeyi,sevilmeyi. Bazen çaba sarfetmeden önce bazen sonra. Otobüs beklemek de bunun gibi işte. Bu binbir beklemelerden biri. Ve zamanı gelince gelecek. Her şeyin bir zamanı vardır bence. Bazen zamanını biz tespit ederiz. Ya da öyle zannederiz. Bazen de zamanını bizim tespit edemeyeceğimiz ama zamanı belli şeyler vardır. Peki ya otobüsü kaçırırsanız? Muhtemelen bir sonraki otobüs gelene kadar sıkılmaya devam edeceksiniz. Ya da bu zamanı eğlenceli bir hale dönüştürebilirsiniz. Ben genellikle seyahat ederken ki otobüs beklemek de buna dahil müzik dinlemeyi severim. Dinlediğiniz şarkı sizi kendi dünyasına götürüyor. Siz artık orda otobüs bekleyen kişi olmuyorsunuz. Şarkının götürdüğü yere gidiyorsunuz. Bazı şarkılar var ki bu şarkıyı yapanın hislerini aynen hissettiriyor size. Hem de iliklerinize kadar.İnsanı derinden etkileyen şarkılar,bazen aşkla bakan gözler kadar etkilemeyi başarıyor insanı. Örneğin Emre Aydın’ın şarkılarının bu tür şarkılardan olduğunu düşünüyorum.Ya da Ferhat göçer’in son şarkısı “biri bana gesin o da sensin gibi” Ama otobüs durağında beklemeyi, alışık olmadığımız şekilde eğlenceli hale getirebilenler de var. Örneğin Londra da bir otobüs durağı Bruno Taylor tarafından bekleyenlerin çocukluklarındaki gibi sallanabilecekleri şekilde dizayn edilmiş.Enteresan doğrusu.



Hani bazen derler ya elinden geleni yap, elimden geleni yaptım. Biz sadece elimizden geleni yapabiliriz. Ve bazı şeyler bizim elimizde değildir. Her şeyi kontrol edemeyiz. Her şeyi kontrol etmeye çalışmak da doğru değildir zaten. Konuyla belki alakası yok ama içimden geldi yazıyorum. Hedefleri de iyi seçmek lazım. Ve sizi hedeflere götürecek kişileri. Biliyorsunuz kılavuzu karga olanın burnu …… çıkmazmış. Uğruna mücadele edilecek bir hedef. Hedefler de önemlidir. Hedefinizi belirlemezseniz koşar durursunuz.Eee vardın mı ulaştın mı? Dediklerinde bilmiyorum dersiniz.Çünkü bir hedefiniz yoktur, hedefinizi bilmiyorsunuzdur. Sadece koşuyorsunuzdur. Nereye koştuğunuzu bilmeden oradan oraya. Başarmak, bir zafer kazanmaksa insana büyük bir haz verir. Hedef belirlemek,hedefe doğru ilerlemek onu tam on ikiden vurmak ve bir zafer kazanmak. Bazen eğlenceli bir oyun gibi. Ama hayat bir oyun değildir. Sonuçlar gerçektir.Siz isteseniz de istemeseniz de. Sıkılınca vazgeçemezsiniz., oyundan çıkamazsınız. Vazgeçmemeniz için size destek verenler ise sizin en büyük şansınızdır.
Her zaman mutlu olsaydık mutlu olmanın anlamını kavrayamazdık, tadını alamazdık. Bu sanırım kimse için mümkün değil. Çünkü insanın ruh hali her an değişebiliyor. İşitmek istemediğiniz bir eleştiri bir söz sizi kızdırabilirken, yanınıza yaklaşarak yalvaran gözlerle size bakan bir kedi sizi bu ruh halinden çıkarıp içinizi sevgiyle ısıtabilir. Tabi sinirliyken kediyi filan görmez insanın gözü. Belki bir anda değişmez hissettiklerimiz ama hep de aynı kalmaz. Her zaman üzgün de olamayız. Ya da kızgın. Hayat gibi duygularımız da inişli çıkışlıdır. Ve hayatta bence öğrenmemiz gereken ilk ve en önemli şey duyguların kontrol edilmesidir. Her türlü duygunun. Her zaman aklımızı başımızdan alırlar. Bazen güzeldir bazen acı verici bazen üzücü. Bazen hayat hakkında şöyle düşünüyorum. Orta yerde duran bir demir çubukla tazıya tavşan gösteriliyor. Tazı tavşanın peşinden koşuyor, koşuyor ve koşmaya devam ediyor. Amacı tavşanı yakalamak. Ama tavşan ondan hep bir adım önde. Yakalamak için ya tavşanın yavaşlaması lazım. Ya da tazının daha hızlı koşması.Tazı tavşanı yakalamak için orada olduğunu zannediyor. Ama en azından bir hedefi var. Ama tavşanı tazının önüne sürenler başka bir şeyin peşinde. Ortada bir yarış var. Onlar yarışı izliyorlar. Tazıların daha hızlı koşması için tavşan oraya konulmuş.Ve tazı fark etmesede aslında bir yarışın içinde. Tazı tavşanı yakaladığında yarış biter.Hayat bazen bir yarışın içinde olmaktır. Bazen bir savaşın ortasında. Bazen oyun oynamaktır sonuçları gerçek olsa da. Hayat sınandığımız ve mutlu olmak için çabaladığımız bir yerdir. Life is life şarkısında olduğu gibi hayat hayattır. Değerini bilmek lazım.
Şimdi şarkıların beni götürdüğü yerden gerçek hayatıma dönüyorum. Benim için güzel bir yolculuktu. Umarım sizin için de öyle olmuştur.

12 Ağustos 2008 Salı

Sabaha Karşı Kızılcık Marmelatı Yapmak



Son günlerde oldukça yoğun olmama rağmen araya beni dinlendirecek şeyleri sıkıştırabiliyorum. Örneğin geçen gün hayatımda ilk defa kızılcık marmelatı yaptım. Kızılcık marmelatını ilk defa annem yaptığında yemiştim. Kesinlikle tavsiye ederim. Bu tadı bir daha asla unutamayacaksınız.



Pembe ile kırmızı arası bir rengi var.Tadı hem buruk, biraz ekşi hem de tatlı. Son tecrübelerime dayanarak söyleyebilirim ki fıstık ezmesinin üzerinde süper oluyor. Bu sefer kendi yaptığım kızılcık marmelatının tadına baktım. İlk önce yemek tarifleri kitabına baktım. Kızılcık marmelatı kısmında çilek reçeli yapımına bakın yazıyordu.Çilek reçelinin tarifine baktığımda da merak etmeyin kızılcık marmelatının tarifine bakın yazmıyordu. Tarife uygun olarak önce kızılcıkları haşladım tabi suda değil.Kaynayan suyun buharında. Bu arada bir not düşmek istiyorum.Ortasında süzgeç bulunan çift katlı tencerelerde kızılcığı haşlarken alt kısımdaki suyu içme suyundan koyun. Ben kızılcıklarla temas etmeyecek diye çeşme suyu koymuştum. Kızılcıklar buharda pişerken suları süzgeç kısmından damlayarak, kaynayan suya karışmış.Şimdi dedim bu içme suyu olsaydı içine biraz buz biraz şeker katarak çok güzel bir soğuk yaz içeçeği oluşturabilirdim.



O yüzden aklınızda bulunsun. Ben bir dahaki sefere bu kızılcıklı suyu da değerlendireceğim. Sonrasında erimek üzereymiş gibi gözüken kızılcıkları süzgeçten geçirdim. Çekirdekleri süzgecin üst kısmında, çekirdeğin etrafındaki etli kısımda süzgecin alt kısmında kaldı.



Tarifte 1 kg kızılcığa 750 gr şeker diyor. Şekeri tencereye boşalttım.Üstüne şekeri örtecek kadar içme suyu koydum.Kaynayıncaya kadar bekledim,beklerken karıştırdım ve ardından süzgeçten geçirdiğim kızılcıkları bu suya ekledim ve biraz daha karıştırıp kaynattım. Gece yarısı olmuştu. Tarifte demez mi kaynadıktan sonra ateşten alın 4 saat bekleyin ki kızılcıklar şekeri çeksin sonra biraz daha kaynatın ve kavanoza koyun. Aslında sabah hallederim diye düşünüyordum. Sonra baktım saat 3 olmuş sabaha hazır olsun bari bir saat daha bekleyeyim dedim. Sabahın dördünde ben kızılcık marmelatımı yapmaya devam etmek üzere elimde kaşıkla ocağın başındaydım. Tencereyi tekrar ateşe koydum ve karıştırmaya devam ettim. Kaynayıp koyulaşmaya başlayınca içine yarım limon sıktım ve tencereyi ateşten indirdim. Sonra marmelatı kavanoza koydum.



Soğuyunca kapağını kapatıp serin bir yerde saklayın diyordu kitap ama kapağı kapatmak için bir 4 saat daha bekleyemezdim. Bir elimde kapak bir elimde kavanoz sanki kızılcık marmelatını havada uçarken yakalamışımda kapağını kapatmazsam tekrar uçup gidecekmiş gibi kavanozun kapağını kapatıverdim. Sabah kahvaltısında muhteşem bir lezzet beni bekliyordu. Kızılcık marmelatım ve ben keyifli bir kahvaltının parçasıydık. Ama tadına bakmak için öyle fazla acele etmedim. Bekledim. O da kahvaltıdaki sırasını bekledi.Önce uzaktan şöyle bir seyrettim. O arada domates,peynir,zeytin,zeytinyağı,biber gibi rutin kahvaltıma devam ediyordum.Tatlı zamanı sıra kızılcık marmelatına geldi. İlk önce sade olarak tadına baktım güzeldi ama sanki şekeri biraz daha az koyabilirmişim. Bu arada ben yarım kilo kızılcık ve göz kararı şeker kullanmıştım. Ama ilk kez yaptığım bir marmelat olarak annemin yaptığı kadar güzel olduğunu söyleyebilirim. Size de tavsiye ederim.Ya yapı ya da annenize yaptırın.Hem sağlıklı hem enfes lezzette.

Pet Şişelerden Yapılmış Salla Protesto



Pet şişeler ve naylon torbalar deniz hayatını da tehdit ediyor.Algalita Deniz Araştırmaları Vakfı üyeleri de okyanustaki plastik kirliliğine dikkat çekmek için 15 bin pet şişeden oluşan bir sal yaparak Pasifik okyanusuna açıldılar. Kaliforniya’dan Havai’ye uzanan rotalarını izlemek istiyorsanız sitelerini ziyaret edebilirsiniz. Çevre kirliliğine dur demek için birilerinin harekete geçtiğini görmek güzel.

9 Ağustos 2008 Cumartesi

En Son İzlediğim Film



En son izlediğim filmin ismi Jules Verne Dünyanın Merkezine Yolculuk. 3 boyutlu bir film olduğu için bu filme gitmeyi tercih etmiştim. Ancak filmin konusu, işlenişi de bir o kadar heyecan vericiydi. Bu filmin diğer bir özelliği animasyon olmayan canlı oyuncular ile çekilmiş üç boyutlu ilk film olması.Film NASA’nın kullandığı teknikle üç boyutlu hale getirilmiş. Özel gözlüklerimi takıp arkadaşlarımla beraber filmin keyfini çıkardım. Bazı sahnelerde filmin üç boyutlu olduğunu daha iyi hissettim. Ateş böcekleri gibi uçarken kendiliğinden ışık saçan kuşlar, havada uçuşan manyetik kayalar, yakut, zümrüt ve pırlantayla dolu madenler filmde en çok beğendiğim sahnelerdendi. İyi ki izlemişim. Filmin resmi sitesine buradan ulaşabilirsiniz. Filmin konusunu ise şu şekilde özetleyebilirim filmin başrol karakterlerinden olan profesör Traver’ın kardeşi, jules verne’in romanlarının gerçek olduğuna inanmaktadır ve ölmeden önce bunu kanıtlamak için bir yolculuğa çıkmıştır. Filmin genç başrol oyuncularından olan Sean annesi tarafından amcası Traver’ın yanına 10 günlüğüne kalmaya gelir. Traver jeolojik bir takım araştırmalar yapmaktadır ve kardeşinin julies verne’in kitabına işaretlemiş olduğu bir takım verilerle bilgisayarındaki verilerin tıpatıp uyduğunu görür ve Sean ile birlikte İzlanda daki diğer bir araştırma merkezine doğru yola çıkar. Ancak bu merkezin kapandığını ve yerinde küçük bir kulübenin yer aldığını görür. Bu kulübede bir dağ rehberi olan Hannah ile tanışır. Hannah aynı zamanda bu araştırma merkezinde çalışmalar yapan bilim adamının kızıdır ve babası da ölmüştür. Böylece birlikte sönmüş yanardağın olduğu bölgeye giderler ve dev mantarlar, dev etobur bitkiler,nehir canavarları,fırtınalar ve dinazorlarla olan maceraları başlar. Aslında ben duygusal filmleri severim ama bu filmi de beğendim. Macera doluydu, eğlenceliydi ve zaman zaman espriliydi. Sinemaya gitmek güzel şey. İnsanı alıp bambaşka dünyalara götürüyor.

8 Ağustos 2008 Cuma

Hayvanların Kısırlaştırılmasına Karşıyım! (Mutlaka Okuyun!)



Hayvanları çok seviyorum ve hayvanların kısırlaştırılmasına kesinlikle kesinlikle karşıyım. İnsanlar doğanın dengesini bozuyor. Bu kedi köpek severlerin sitelerindeki kısırlaştırma kampanyalarını da kasaplık haberler olarak görüyorum. Bu bir vahşet. Sen bir canlının anne olmasına nasıl mani olabilirsin ya. Böyle önemli bir konuda nasıl onun adına karar verebiliyorsun? Kim oluyorsun sen kim? Bu hakkı nereden aldın? Kimden aldın? Sözlerim hayvanları kısırlaştırmak isteyenlere tabi. Kısırlaştırmaya çok meraklılarsa hapishanedeki katilleri, tımarhanedeki delileri ve hayvan sevmeyenleri kısırlaştırsınlar.Sen dokuz tane doğurup sokağa salmasını biliyorsun ama.Bir de bu kısırlaştırmaları güya hayvan severler yapıyorlar.Deli oluyorum deli. Bahaneleri de hazır. Neymiş efendim hayvanlar sokaklarda ziyan oluyorlarmış. Doğal seleksiyon denen bir şey var. Onların kendi düzenleri var. Kısırlaştırma kadar basit ve aptalca bir çözüm olamaz.Çözüm bile değil bu.Kendisini çok akıllı zanneden ama bir o kadar aptal olan insanların her şeyi kontrol edebileceklerini sanmalarından ibaret durum.Sokak hayvanları çoğalıyormuş eeeee yok ne olacak bunların halleri.



Dünyada bir sürü sorun var açlık, kıtlık, küresel ısınma,yüksek enflasyon geçim derdi,petrol savaşları,su savaşları,dandik bir cep telefonu için bile adam öldürüyorlar ee o zaman sen ikinci üçüncü çocuğunu bu sorunların içine doğurma bakalım.Yazık iş bulamayınca çocuklar sokaklarda ziyan zebil olmasınlar,it uğursuz olup çevreye zarar vermesinler o zaman böyle hayvanların kısırlaştırılması gerektiğini düşünen insanları bir çocuk doğurduklarında kısırlaştıralım.Malum ziyannn olmasınlar. Çok sinirleniyorum bu kısırlaştırma olayına çok… ağzımdan alev bile püskürtebilirim bir ejderha gibi. Sokak hayvanları çoğalıyormuş. İnsanlarda çoğalıyor,evlerde çoğalıyor ve çarpık kentleşmeye sebep oluyor.O zaman bu aptalca mantıkla gidersek artık kimse mimarlık okumasın,mühendislik okumasın mühendislik fakültelerini kapatalım pardon kısırlaştıralım yada bu evlerin yarısını yıkı yıkı verelim olur mu? Sonra bu hayvanların soyu tükenmeye başlayınca kampanyalara başlarlar. Kısırlaştıracağına insanlara hayvan sevgisi aşıla herkes evine sokaktan bir veya iki hayvan alarak onları ev sahibi yapsın. Bunları yapmak zor tabi.Onlar kolay ve aptalca olan çözüm olarak gördükleri şeyi yapmaya devam ediyorlar. Kısırlaştırıldıklarında bu hayvanların dengesi bozuluyor, doğanın dengesinin bozulduğu gibi.



Küçük minik sevimli kedi yavrularına bakın. Onlara dokunmak istiyorsunuz seviyorsunuz aa şuna bak yumakla nasıl da oynuyor diyorsunuz. Eğer bu kedinin annesi kısırlaştırılsaydı bu vahşi,bu düşüncesiz, bu aptal insanlar tarafından sen bu sevimli kedi yavrularını ve oynayışlarını göremeyecektin. Diyebilirsin ki işte orada kuyruğu kesik,açlıktan karnı birbirine yapışmış,öksüren ve bir gözü kavgada çıkmış bir kedi var.İşte bu kedinin annesi kısırlaştırılsaydı o bu durumda olmayacaktı. Hayır hayır hayır.Onun bu durumunun sorumlusu benim gibi kısırlaştırmaya karşı olanlar değil (tabi benden başka varsa bilmiyorum) yada bu kedinin annesinin kısırlaştırılmaması değil bunun sorumlusu çocuklarına hayvan sevgisi aşılamayan aileler, bunun sorumlusu bu kediyi evine alarak sahiplenmeyenler bunun sorumlusu merhametsiz insanlar. Bunu göremiyor musunuz? Lütfen sokak hayvanlarını kısırlaştırmayın ve kısırlaştırılmasına yardım etmeyin. Ya da ben hayvanları çok seviyorum bak geçen ay 5 tane sokak kedisini kısırlaştırdım gibi aptalca çümleler kurmayın.



Biraz düşünün, düşünün ve hissedin bir canlının annelik duygusunu tadamayacağı zamanki acısını.Buna hakkınız var mı? Kendinizi ne kadar da önemli görüyorsunuz. O kadar önemli ki bir canlının hayatı ve doğurganlığı üzerinde onun ne hissedeceğini düşünmeden yada haberi olmadan karar verecek kadar önemli.Bir şey söyleyeyim mi: Bu kadar önemli değilsiniz. Hiçbir insan da bu kadar önemli olamaz. Ne zaman bir insan önemli olur biliyor musunuz? İyi bir insan olduğu zaman,çevresindeki canlılara saygı ve sevgi gösterdiği zaman,bir canlının yaşamasına yardım ettiği zaman,yardım ettiği zaman.Kendi aptalca fikirlerine göre kısırlaştırdığı zaman değil.Nokta.

5 Ağustos 2008 Salı

En Son Aldığım Kitap



En son satın aldığım kitabın ismi Görünmeyen Ekonomist. Yazarı ise Tim Harford. Kitabın ismine bakıp sıkıcı bir kitap olduğunu düşünmeyin sakın. Zira arka kapağında kitabın düşündüğünüz gibi sıkıcı bir kitap olmadığı aksine ekonomiye canlı ve esprili bir giriş yaptığı ve akademik tekdüzelikten uzak olduğu vurgulanıyor. Beni buna inandıran, etkileyen,gülümseten ve içeriği dışında kitabı alma konusunda karar vermemi sağlayan kitabın giriş kısmındaki şu cümleler oldu:
“Bu kitabı satın aldığınız için teşekkür ederim, fakat siz de benim gibiyseniz bu kitabı satın almamışsınızdır. Onun yerine kitabevinin kafe bölümüne kitabı götürmüşsünüzdür ve paranıza değip değmeyeceğine karar verirken kapuçinonuzu keyifle yudumluyorsunuzdur.” İşte ben de kapuçino içme kısmı hariç aynen böyle yapıyordum ve bu cümleler beni yakaladı. Kitabın yazarı olan Tim Harford da Financial Times’da, Sevgili Ekonomist köşesinde ve görünmeyen ekonomist köşesinde yazmaktaymış. Bununla birlikte yine bu gazetede makaleleri yer almaktaymış. Kendisi daha önce Dünya Bankasında,Shell şirketinde görev yapmış. Ayrıca Oxford üniversitesinde ekonomi hocası olarak da görev yapmış. Yazdıklarının değerli ve önemli olduğunu düşünüyorum. Size de okumanızı tavsiye ederim. Ekonomistlerin dünyayı nasıl gördükleriyle ilgili olan bu kitap ile ilgili diğer bilgilere buradan ulaşabilirsiniz. Kitabı okurken yanında sütlü nescafe içmeyi düşünüyorum. Çok keyifli olacak. Kitabı bitirince diğer izlenimlerimi anlatırım.

4 Ağustos 2008 Pazartesi

Blogkolik oldum acaba iyileşir miyim?



Sürekli bir şeyler yazmak istiyorum. Üretmek, faydalı olmak,yeni şeyler öğrenmek,okumak,okunmak,takdir edilmek. Yazarlık da küçükken seçmek istediğim mesleklerden biriydi zaten. Aslında yapacak bir sürü işim var. Zamanım da çok kısıtlı. Ders çalışmam lazım, eski konuları tekrar etmeliyim, okunması gereken kitaplar var, keman çalmaya çalışmalıyım, başvurular, sınavlar,evle ilgilenmek de lazım,çiçekleri de kurumadan önce sulamalıyım vesaire vesaire. Belki de bu yoğun koşuşturmaca beni strese sokuyordur ve yazı yazmak bundan bir kaçıştır. Üniversitedeyken de böyle olurdu. Ne zaman sınav olacak olsak ders çalışmak dışında , roman okumak,bilgisayar oyunu oynamak,televizyon seyretmek gibi yapabileceğim ne varsa onlarla ilgilenirdim. Sınava bir gün kala da sabaha kadar ders çalışırdım. Neyse ki kısa sürede etkin çalışmayı başarabiliyorum. Ama buna güvenmemek lazım. Kısa sürede çok fazla konuya çalışmak insanı gerçekten zorluyor ve yoruyor. İnsan ne kadar zeki olursa olsun çalışmadan başarılı olmak çok mümkün değil. Başarılı olmak için hem zeka, hem düzenli ve etkin çalışma,hem azim, biraz hırs, kendini disipline etme,bir de sabır gerekiyor. (nerden mi biliyorum başarılıyım da ordan :))Tabi eklemeyi unuttuğum maddeler olabilir. Düzgün ruh sağlığı gibi. İnsan morali bozukken ya da aklı bir çok başka şeyle doluyken konsantre olup çalışamaz sanırım. Ama Hatice değil netice önemli. Sonuç olarak ne yaşarsan yaşa sınavı başarıyla geçtin mi,hayattan beklediklerinin ne kadarına sahipsin, ne kadar mutlusun, yeni sınavlar için hazır mısın,ne kadar başarılısın bunlar önemli. Herkes sonuçla ilgilenir senin başarılı olmamanın sebepleriyle değil. Üstelik çok yoğun bir rekabet var. Sanırım rakiplerimiz başarısız olma sebeplerimizi bizi teselli etmek için değil bu sebepleri arttırmak için uğraşacaklardır. Hem güçlü ve dimdik ayakta olmalıyız, hem başarılı hem mutlu. Bunu başarmak elbet kolay değil. Çabalamak lazım. Sadece elinden geleni yap yeter. Bunları hem kendime hem size söylüyorum.
Bu aralar da bilgisayarın başında fazla zaman geçiriyorum. Belki sizde benim gibisinizdir. Blogkolik oldum sizce iyileşir miyim? Tabi yazılarımı beğenenler iyileşmemi istemiyor da olabilirler:)) Bu arada blogkolik diye google görsellerden resim ararken konuyla ilgili çok güzel bir yazıya rastladım. Bir blogkolik’in özellikleri 32 maddede sıralanmış. Bana uyuyor doğrusu. Belki size de uyuyordur. Bu hoş yazıya da buradan ulaşabilirsiniz. Belirtileri içeren diğer bir yazı da burada.

Kağıt Üreten Arılar



Bal arılarının çeşitli çiçeklerden topladıkları özler ile bal ürettiklerini biliyoruz. Bir de eşek arıları var. Hani şu hepimizin korktuğu arılar. Kimi zamanda hay dilini eşek arısı soksun deriz. Bunların dışında bir de yaban arıları var. Yaban arılarının en enteresan özelliklerinden biri yuvalarındaki petekleri yapmak için kağıt kullanmalarıdır.Bu kağıdı da kendi tükürükleriyle karıştırdıkları çiğnenmiş tahta parçalarından yapıyorlar. İnsanlar ağaçları bir takım kimyasal işlemlerden geçirdikten sonra kağıt elde ederken onlar doğal olarak bunu yapıyorlar. Ne kadar ilginç öyle değil mi? Detaylı bilgilere buradan ulaşabilirsiniz.

Brokoli’nin Kansere Etkisi



79 yaşındaki Ray Wiseman’a kanser teşhisi konulmuştu ve onkolojistler kendisine kurtulma şansının olmadığını söylemişti. Wiseman her sabah eşinin onun için sıktığı brokoli suyunu içmeye başladı. En son yapılan taramada ise kanserin izine bile rastlanmadı. İngiliz kanser araştırma kurumu brokolinin kanser üzerindeki etkisini kabul ediyor. Brokolide bulunan phyto maddesinin kanseri engellediği düşünülüyor. Bir başka araştırma sonucuna göre ise bu madde DNA’yı onaracak güçte. Yine bir başka araştırmaya göre günde bir porsiyon brokoli yemenin prostat problemleri üzerinde olumlu etki yarattığı bildiriliyor. Brokoli gerçekten hem lezzetli hem sağlıklı bir sebze. Her gün bir çok sebepten kaynaklanan kanserojen etkiye maruz kalıyoruz. Artık daha fazla brokoli yemeğe özen göstereceğim.



Haşlayıp üzerinde zeytin yağı ve limon gezdirdiğinizde etin yanında harika bir garnitür oluyor. Tabi suda haşlayıp bütün vitaminleri su ile birlikte dökmenizi önermiyorum. Ya alt kısımda su kaynatılan ve böylece sebzelerin bu suyun buharıyla üst kısımda pişmesi sağlanan özel tencereler kullanılmalı ya da bir tencerenin içine su konmalı ve üstüne tencerenin ağzı büyüklüğünde bir rende ve bu rendenin üzerine brokoliler .Böylece tenceredeki suyun sıcak buharı rendenin deliklerinden geçerek brokolilerinizi haşlayabilecektir.Afiyet olsun.



Her gün aynı şeyi yiyemem diyorsanız işte size brokoli ile yapılabilecek çeşitli,yemek,salata,sos ve çorbaların bir listesi:

Brokoli Cacığı

Brokoli Garnitürlü Köfte

Brokolili Makarna Çorbası

Tavuklu Brokoli

Brokoli ve Mercimekli Somon Fileto (İtalya)

Brokoli Salatası (Diyet)

Turp Soslu Kızarmış Brokoli

Brokolili Spagetti (Diyet)

Brokolili Çanak Köfte

Brokolili Penne Makarnası (Diyet)

Brokolili Pilav

Kremalı ve Brokolili Patates

Biberli Brokoli Salatası

Kremalı Brokoli Ezmeli Çorba

Kremalı Brokoli Çorbası

Brokoli püresi

Sirkeli Brokoli

Brokoli Demeti

Brokoli Panesi

Zeytinyağlı Brokoli

Mayonezli Brokoli Salatası

Susamlı Brokoli Salatası

Brokolili Acı Sos

Fırında brokolili omlet

Fırında Brokolili Makarna

Nohutlu Brokoli

Fasulye Soslu Brokolili Biftek (Fransa)

Brokolili Et Sote

Domates Soslu Brokoli

Brokolili Hindi (Fransiz)

Brokoli Çorbası

Brokolili kuzu kavurma

Brokoli Salatası

3 Ağustos 2008 Pazar

Sade Yaşam



Kalabalık, gürültü ve stresten uzak sade bir hayat yaşamak mümkün mü?Böyle bir hayatı yaşamak için nelerden fedakarlık ederdiniz? Fazla harcamalarınızdan? Uzun süre televizyon izlemekten? Kredi kartlarınızdan? Stresli İş ortamınızdan? Otomobilinizden? Sürekli atıştırdığınız abur cuburlardan ya da fazladan yediğiniz yemeklerden?



Evet sade, stressiz daha huzurlu bir hayat için bunlardan vazgeçmeye hazır mısınız? Yoksa ben böyle daha huzurluyum, kendimi kötü hissettiğimde alışveriş yapmadan duramam, televizyon karşısında saatlerce dizi seyretmeden mutlu olamam, zamanlı zamansız abur cubur atıştırmadan yaşayamam mı diyorsunuz?



Buradaki yazıyı okuyarak 10 adımda hayatınızı sadeleştirerek nasıl daha huzurlu olabileceğinize dair bilgilere ulaşabilirsiniz.

2 Ağustos 2008 Cumartesi

Dünyanın En Seksi Plajı Kaş



Bir gezi sitesi olan concierge.com,belirledikleri kriterlere göre dünya’nın en seksi plajlarını seçti.Her iki yılda bir yapılan bu seçimin 2008 yılı sonucuna göre 17 plajın içinde kaş plajı birinci seçildi. Konu ile ilgili detaylı bilgilere buradan ulaşabilirsiniz.Sıralama ise şu şekilde:

1-KAŞ,TÜRKİYE


2-MALİBU,KALİFORNİYA

3-PAROS, YUNANİSTAN


4-LORETO, MEKSİKA

5-PEMBA ADASI, TANZANYA


6-PROVİDENSİYA, KOLOMBİYA


7-LANZAROTE, KANARYA ADALARI


8-OAHU, HAWAII

9-ST. LUCIA, KARAYİPLER

10-PERTH, AVUSTRALYA

11-ST. PHILIP, BARBADOS

12-GOTLAND, İSVEÇ

13-NATAL, BREZİLYA

14-NYASA GÖLÜ, MOZAMBİK



15-FIRE ADASI, NEW YORK

16-PETER ADASI, BRITISH VIRGIN ISLANDS



17-KRABI, TAYLAND

Denizden Kum, Kumdan Sanat



Letonya’da gerçekleştirilen kum festivalinde heykeltıraşlar sanatlarını konuşturmuşlar. Yıkılmasını istemiyorsan kalelerini kumdan yapma derler ama bu muhteşem heykelleri görünce insan fikrini değiştiriyor. Sanatçıların yetenekleri gerçektende sınır tanımıyor. Şimdi sizleri bu harika kumdan heykellerle baş başa bırakıyorum. Diğerlerine de buradan bakabilirsiniz.







Gökkuşağı Kristali



Rainbowmaker gökkuşağının o muhteşem renklerini odanıza getirebilecek bir tasarım. Ve bu tasarım David Dear’a ait. Bu sevimli cihazın üst kısmında küçük bir güneş paneli bulunuyor. Güneş enerjisinden yararlanarak uç kısmında yer alan kristali döndürüyor. Ama sadece döndürmüyor. Aynı zamanda güneş ışığını kristalin içine gönderiyor ve böylece odanızın her yerinde gökkuşağının enfes renklerini görme şansınız oluyor.



Bu ürünün çift kristalli olanı da var. Yurtdışında tek kristalli olanı 31 dolara çift kristalli olanı ise 41 dolara satılıyor. Ülkemizde ise bu ürünü karınca mağazalarında bulmak mümkün. Yalnız gidip görünce şok geçirmeyin diye fiyatını şimdiden söyleyeyim 90ytl. Evet ne yazık ki 90 ytl yani mağazanın önünden geçerken çok beğendim bunu kesinlikle almalıyım diyebileceğiniz kadar özel ve güzel ama elinizi cüzdanınıza atıp bir anda alıyorum diyemeyeceğiniz kadar pahalı.



Hala düşünmekteyim. Ben de bir tanesine sahip olmak istiyorum. Aslında bu mekanizmada kullanılan kristal svarozki kristali,oldukça kaliteli ve piyasada 5 ytl’ye bulabilirsiniz. Ancak böyle bir kristali 5 ytl’ye aldığınızda bu cihazın oluşturduğuyla aynı görüntüyü elde edemeyebilirsiniz.Çünkü bu üründe güneş ışığı kristalin içine gönderiliyor.



Belki üretim maliyeti düşüktür ama bu kadar pahalı olmasının nedeni sanırım tasarımcının emeğinin karşılığını vermek ve bizim bu ürünü 31 dolara satın alabilmek için yurtdışında yaşamıyor olmamız.



Eklemek istediğim diğer bilgi, gökkuşağı kristalini camınıza bir vantuz yardımıyla yapıştırıyorsunuz. Böylece güneş enerjisini alarak odanızı gökkuşağının renklerine boyayabiliyor. Sanırım bu fiyat karşısında gökkuşağını görebilmek için yağmurun yağmasını beklememiz gerekecek. Ama şükretmeliyiz ki gözlerimiz gökkuşağını yeniden görebilecek kadar sağlıklı ve yağmurun yağışını izleyebilmek için hala hayattayız.