13 Aralık 2016 Salı

İşte Benim Polisim

Babamın beğendiğim bir yazısını sizlerle paylaşıyorum:  
                                                                 
     Motosikletimle İzmir’den İstanbul’a dönüyordum. Balıkesir’in Bandırma ilçesinin şehir merkezine geldim. Niyetim 18.30’da İstanbul’a kalkan feribota binmekti. Kalkış vaktine saatler vardı. İlk defa Bandırma şehir merkezini gezdim. Karnımı doyurdum, ufak tefek alışveriş yaptım. Bandırmayı ve insanlarını çok sevdim. Deniz kenarındaki şahane manzaralı çay bahçelerinden birinde çay içtim. Günlerden 10 Aralık 2016 cumartesiydi. Motosikletime bindiğimde benzinimin bitmek üzere olduğunu gördüm. Benzin almam gerekiyordu. En yakın benzin istasyonunun Bandırma girişindeki istasyon olduğunu öğrendim. Ana caddeye çıkan yol üzerinde, köşede bir polis otosu gördüm. Önünde biri orta boylu esmer, diğeri uzun boylu açık tenli iki polis memuru duruyordu. Motosikletimle yaklaştım, kendilerine bulunduğum yerden o en yakın olan benzin istasyonuna nasıl gidebileceğimi sordum. Şehir içini hiç bilmediğimi anladılar ve bana ona göre yolu tarif ettiler. Teşekkür edip tarif üzerine dikkatli bir şekilde yola devam ettim. Beş dakika sonra aynadan, arkamdan bir polis otosunun yaklaştığını gördüm. Yan tarafıma gelince camdan bana seslendiler. Bakınca yol sorduğum polis memurları olduğunu gördüm. Bana kendilerini takip etmemi söylediler. Önümden giderek beni benzin istasyonunun içine kadar getirdiler. Kendilerine tekrar teşekkür edip Allah razı olsun dedim. Bana yolu tarif ettikten sonra içleri rahat etmemiş olmalı ki emin olmak için beni kendileri getirmişlerdi. Bu ince düşünceleri ve nazik davranışları beni çok duygulandırdı. Kendilerine dualar ettim. “İşte benim polisim bu!”, dedim. Vatandaşının en küçük sorununu bile çözmeden içi rahat etmez. Onların nezdinde tüm polislerimize teşekkür ediyorum.
         Gece 22:30’da İstanbul’daki evime geldim, aileme kavuştum. Hepimiz sevinçliydik. Saat 23:00 sularında, televizyonda, sonradan 37 polis 7 sivil şehidimizin olduğunu öğrendiğimiz hain terör saldırısında Beşiktaş’taki stadyum yanında iki bomba patladığını duyduk. Beynimden vurulmuşa döndüm. Haberleri izlerken gözyaşlarımızı tutamadık. Gencecik vatan evlatlarımız, polislerimiz, vatandaşlarımız şehit olmuşlardı. Ama bu kiralık terör örgütleri ve arkasındakiler şunu iyi bilsinler ki; bu alçak ve hain saldırılar Türk milletini asla yıldıramaz. Tam aksine bizi daha çok birbirimize kenetler. Türk milleti tek bayrak, tek devlet, tek vatan, tek millet, tek vücut ve tek yürek olarak sonsuza kadar dimdik ayakta kalacaktır. Terörün her türlüsünü lanetliyor, nefretle kınıyor ve asil milletimizin başı sağ olsun diyorum. Yaralılarımıza acil şifalar diliyor, tüm şehit ve yaralı aile ve yakınlarının acılarını paylaşıyor, Allah’tan dayanma gücü vermesini diliyorum.13.12.2016 / İstanbul.
                                                                                                           
                                                                                                 Emekli Bir Vatandaş.
                                                                                                     Kadir ARDİLLİ.

12 Temmuz 2011 Salı

Libya’daki Anılarım



Tunus’ta başlayan isyanlar Mısır’a sıçradı ve domino etkisiyle Libya’ya ulaştı. Ortadoğu da yaşanan bu karışıklıklar esnasında bir çok insan öldü. Böylece Kaddafi yönetimindeki Libya gündemin en önemli ülkelerinden biri haline geldi.



Ben üç dört yaş civarlarındayken Libya’da Tripoli’de yaşamıştım. Yaklaşık bir, bir buçuk yıl. Babamın görevi nedeniyle oradaydık.



Deniz gören teras katında bulunan küçük bir evimiz vardı. Yakınımızda büyükelçilikler bulunuyordu. Yanımızda bir futbol sahası vardı. Babam yokken terasın futbol sahası olan kısmındaki çamaşır ipine çarşaf asardık. Hava ise çok sıcaktı. Gölgede kırk beş derece.



Balkonda annem ile birlikte beslediğimiz bir güvercinimiz vardı. Yeşil bir sepetin altında yaşıyordu. Bazen ona maydanoz yedirirdim. Sonra saldık. Süt kutularının üzerindeki inek resimlerini keserdik annemle birlikte. Hayvanları o zaman da çok severdim. Küçük oyuncak bir tencerem vardı. Annem ekmek pişirdiğinde ben de küçük tenceremde ekmek pişirirdim. Annem bana düz ve yatay çizgiler çizdirirdi, okumayı, yazmayı öğrenmem için alıştırmalar yapardık. Hatta orada kayıtsız olarak bir Türk okuluna gitmiştim. Yeşil gözlü kumral bir öğretmenimiz vardı. Annem okulda uslu durmamı söylerdi. Annem öğretmenime okuldaki durumumu sorduğunda ise öğretmenim “kımıldamadan o kadar uslu duruyor ki derste uykusu geliyor” demiş.



Tekir isminde bir kedimiz vardı. Çok akıllı ve sevimliydi. Annem beni yıkadığı zaman o da bir köşede beklerdi yıkanmak için. Benden sonra annem onu da yıkardı. Babam eve geldiğinde bir dizine ben otururdum, bir dizine Tekir. Bir keresinde annemin bana yaptığı yumurtadan kuşla oynamak istemişti. Bizde parçalar diye ona vermemiş, ipiyle yüksek bir yere asmıştık. Akşam babam eve gelince Tekir, onu doğru kuşun yanına götürmüş ve istemişti. Miyavlayarak bir nevi bizi şikayet etmişti. Sonra kuşu ona verdik. Annem bana yenisini yapmıştı. Tekiri çok seviyorduk. O evin ikinci çocuğuydu. Ev sahibimiz ilk başta kedileri sevmezken sonradan onu atlas yorganlarda yatırmaya başlamıştı. Tekir onların yapıp astığı pastırmaları çalardı. Kendileri görmüş atlayıp, pastırmalar düşene kadar sallanıyormuş. Ev sahibimizin ismi de hatırımda Latife hanım teyze. Bir keresinde ayaklarıma kına yakmıştı.



Bol etli, bulgurlu yemekler pişirirlerdi. Kuskus çok sevdikleri bir yemekti.



Libya’nın sıcak havasında deniz gören pencerenin karşına oturur neredeyse her gün bir kavanoz çokokrem yerdim. Sonrasında da alerji olup kaşınırdım. Hatırladığım kadarıyla evinde kocaman bir kaplumbağa besleyen bir komşumuz vardı. Bazı günlerde annemle babama kahvaltı hazırlamak çok hoşuma giderdi. Annemden sadece çayın altını yakmasını isterdim. Bir de annem ve babam bana “hadi ders çalış kızım” dediklerinde uykum geldi derdim. Sonra uyumamı istediklerinde “hadi ders çalış kızım” demeye başlamışlardı. Ben yatmaya gidince Tekir de benimle birlikte gelirdi.



Akşamları bazen hurma ağaçlarının olduğu bir meydana giderdik. Deniz kenarındaydı. Renkli hava fişekleri görebiliyorduk. Yanımızda badem götürüp, orada onları kırıp yerdik.



Henüz Türkiye’de para attığında çalışan renkli elektronik oyuncaklar yoktu. Şimdi alışveriş merkezlerinin çocuklara ayrılmış bölümlerinde sıkça gördüğümüz, ördek, at, helikopter şeklinde olanlardan. Ben Libya’dayken bu oyuncakları çok severdim. Dışarı çıktığımızda çoğu zaman babam ve annem beni onlara götürürlerdi.



Sinemaya ise çocukları almazlarken beni alıyorlarmış. Çocuk arabasında sinemada olduğum zamanları hatırlıyorum. Kovboy filmleri oynardı. Acıkınca annem bana bisküvi verirdi. Sonra uyurdum.



Annem orada ben küçükken beni çocuk arabasıyla pazara götürdüğünde yolda herkes bize bakıyormuş. Çünkü benim küçük oyuncak müzik aletlerim vardı. Bir elimde zil, öbür elimde def, ağzımda düdük, mızıkalı bando gibi ilerliyormuşuz. Müziği seviyordum. Müzik ruhun gıdasıdır.



Annemin anlattığına göre insanlar ellerinde seccadeleri ile gezip, ezan okunduğunda hemen namaz kılmaya başlıyorlarmış.



Bu sıralarda sanırım su sıkıntısı da yaşanıyordu. Bitlenmiştim. Annem belime kadar gelen uzun saçlarımı kesmek zorunda kalmıştı. Amerika’nın Libya’ya ambargo koyduğu bir dönemdi.



Annem ve babam birçok yiyeceği Türkiye’ye gelip alıyorlardı. Yalnızca Libya halkının girebildiği marketler vardı. Babam esmer ve kıvırcık saçlı oluğundan o rahat girebiliyormuş. Bir gün annemle gittiğinde ise yabancı olduğunu anlamışlar.



Çok ilginç kuralları olan bir ülkeydi. Örneğin bir trafik kazası olduğunda yabancı uyruklu olan haklı olsa bile Libya halkından olan haklı sayılıyordu. Kimse evini boş bırakıp dışarı gidemiyor, mutlaka bir kişi evde kalıyordu. Ben tabi ailemin anlattıklarından aktarıyorum bunları. Dört yaşındayken bu kuralları algılamam mümkün değil.



Babamın anlattığına göre bir gece annem ve babam dışarı çıkmışlar. Geri döndüklerinde evin ışıkları yanıyormuş. Bir bakmışlar evde başkaları. Eşyalarımız, pasaport ve kimlikler evdeyken ev boş kaldı diye gelmişler evi sahiplenmişler.



Meğerse Kaddafi’nin yeşil kitapta belirttiği, kanunlara göre böyle bir hakları varmış. Sonradan eşyaları ve kimlikleri almak için onları zar zor ikna etmişler.



Orada birkaç kelime de öğrenmiştim. Telaffuzuna göre yazarsam maselame, mekle, maya. Birincisi güle güle, ikincisi yemek, üçüncüsü su demek. Birde hatırladığım kovmak,defol git anlamında yallah barra diyorlardı. En gereklilerini öğrenmişim.


İşin enteresan tarafı, 1985 diye anımsıyorum ama 1986 da olabilir, Amerika Libya’yı bombaladığında oradaydık. Bombaların ıslık çalan sesini hatırlıyorum. Fiyuuuuu gümmmmm. Bütün bina sallanırdı. Babam ilk önce camları açmış. Herkesin camları kırıldı, bizimkiler kırılmadı. Annem, babam, ben ve Tekir kapının eşiğinde duruyorduk. Ailem eve bir bomba düşme ihtimaline karşı beni korumak istediklerinden beni aralarına almışlardı. Yere çok yakın duruyorduk. İlginç bir şekilde kedimiz de korktuğundan bizimle aynı hareketleri yapıyordu. Kollarını bacaklarını açmış yüz üstü yere yatmıştı.



Bir de evin yanında radyo istasyon binası vardı. İlk bombalanacak yerlerden biriymiş. Sonra ev sahibimizden haber geldi. Çöle kaçacaklarmış.



Tanıdıkları varmış. Bize de haber verdiler. Kapıdan çıkarken babam gökyüzüne bakmamı istedi. Işıl ışıldı gökyüzü, atılan füze mi diyeyim mermi mi diyeyim havadaki gidişleri hareketleri görülüyordu. Annem de “bir şey olacak şimdi hadi gidelim” diye bizi uyarmıştı. Arabayla çöle doğru ilerlerken etraftaki askerleri hatırlıyorum. Çöle vardığımızda ise istifra etmiştim. Korkuyordum. Anneme sanki birinin gelip bizi bıçaklayacağı şeklinde bir hisse kapıldığımdan bahsetmiştim. Sonrasını çok hatırlamıyorum.



Geceydi çöle geldiğimizde. Ev sahibimizin tanıdıklarının yanına gitmiştik sanırım. Bir kalabalık hatırlıyorum. Ortalık yatıştığında ise Türkiye’ye döndük.



Ailemin anlattığına göre kimse Kaddafi’nin ismini ağzına alamıyordu. Ona Şakir diye isim takmışlardı. İyi ya da kötü birisi Kaddafi’nin ismini söylediğinde götürülüyormuş.



Kaddafi’nin yeşil kitaplı ülkesi, çocukluğumun hoş ve heyecanlı anılarını barındıran ülke. Umarım Libya, halkının en mutlu olacağı şekilde yönetilen, bağımsız, kendi kararlarını alabilen bir ülke olarak ayaklarının üzerinde durmayı başarabilir. Bu karışıklıklar umarım sona erer ve daha fazla insan ölmez. Umarım Libya, Ortadoğu’daki başka ülkeler gibi işgal altında yaşayan bir ülke haline gelmez.



Bir de her ülke kendi vatandaşını gemilerle, çeşitli yollarla ülkeden çekmeyi başarıyor. Çok güzel bizim vatandaşlarımız da oradalar. Zarar görmesinler. İnşallah sağ salim dönerler. Peki ya gidecek yeri olmayan Libya halkı ne yapsın. O karmaşanın içinde bulunan masum kadın ve çocuklar. Üzülüyorum onlar için. Savaşı, kıtlığı, yoksulluğu yaşayan, vatanlarını kaybeden insanlar için üzülüyorum. Umarım yüz yıllık dönemler için gerçekleştirilen siyasi, tarihi ve coğrafi planlar başka ülkelerin zenginliklerini ele geçirmek, yağmalamak için değil de dünya barışı için, dünyayı daha yaşanabilir bir hale getirmek için, küresel ısınmayı önlemek için, yoksulluğu önlemek, artan nüfusla birlikte, bu dünyanın sadece insanlara ait olmadığı bilincini taşıyarak, bolluk içinde huzur, barış ve neşe içinde birlikte var olabilmek için yapılır. Bu da iyiliğin kötülüğü yenmesi, sevginin nefreti aşabilmesi demek.



Bu yazım ile ilgili yapılan 11 yorumu buradan okuyabilirsiniz.

Altın Yonca Kolyem



Hatırladığım kadarıyla yedi yaşındaydım. Balıkesir’de anneannem, ben ve Fahriye teyze kuyumcuya gitmiştik. Bana bir kolye alınacaktı. Anneannem altın yonca şeklinde bir kolye beğendi ancak ortasında da mavi bir boncuk vardı. Ben kolyeyi beğenmemiştim. Ortasındaki mavi boncuk hoşuma gitmemişti. Ben ortasında mavi boncuk olmayan daha zarif altın yonca şeklinde bir kolye beğenmiştim.



Ancak ortasında mavi boncuk bulunan altın yonca kolye yine de satın alındı. Kolye artık altın bir zincirle boynumdaydı. Kuyumcudan çıktık, anneannem, fahriye teyze ve ben kaldırımda yürüyorduk. Ben sağ elimi avucum açık bir biçimde göğsümde kolyenin altında tutuyordum. Neden öyle yaptığımı da bilmiyordum. Düşünerek bilinçli olarak yaptığım bir hareket değildi.



Sonra Fahriye teyze neden öyle yaptığımı, yürürken neden öyle durduğumu sordu. "Yoksa kolyenin düşmesinden mi korkuyorsun?" dedi. Benim aklıma daha önce böyle bir fikir gelmemişti. Elimi bu söz üzerine ya ben aşağı indirdim ya da o tam hatırlayamıyorum. Kollarım şimdi yürürken iki yanımdaydı. Ancak bu şekilde durmak bana rahatsızlık veriyordu. Rahatsız oluyordum. Beni rahatsız eden bir his vardı. Elimi yeniden avucum açık bir biçimde kolyenin altına göğsümün hizasına getirdim. Ancak bu hareketim kolyenin düşeceği ile ilgili bir endişe, korku ya da düşünce ile ilgili değildi. Sadece aksi halde yani kollarım iki yanda durduğumda hissettiğim rahatsızlık duygusu ile ilgiliydi.



Yolda ilerlemeye devam ederken birden kolye zincirinden koparak avucuma düştü. Onlar da şaşırdılar. Tekrar kuyumcuya geri dönüp benim beğendiğim, istediğim ortasında mavi boncuk olmayan zarif altın yonca kolyeyi aldık. Diğerini geri verdik. Benim için enteresan, hayret verici bir olaydı. İlginç bir anı olarak hafızamda kayıtlı.

23 Haziran 2011 Perşembe

Ders Seçimi Hakkında Bir Rüya



Üniversitedeyken başarılı bir öğrenci olmama rağmen muhasebe derslerini pek sevmezdim. Sanırım ikinci sınıftaydı, o zamana kadar hiçbir dersten bütünlemeye kalmamama rağmen envanter bilanço dersinden bütünlemeye kalmıştım. Sevmiyordum muhasebe ile ilgili dersleri. Bütünlemeden geçtim ama o kadar sıkılmıştım ki, kafamı kesseler muhasebe ile ilgili bir ders seçmem şeklinde bir büyük laf etmiştim.

Ders seçme aşamasına geldiğimizde ise öğretmenlerimiz sınıfa gelip öncelikle dersi tanıtıyorlardı. Ben de üst sınıflarla bir ön görüşme yapmış, hangi derslerden daha rahat bir şekilde geçebileceğimizi sormuş, bu derslerin hocaları konusunda bilgi almıştım. Maliyet muhasebesi demesinler mi? Bunu aklımın bir köşesine yazdım. Ama henüz karar vermemiştim.



Bu sıralarda bir rüya gördüm. Rüyamda sınıftaydım. Her zamanki yerimde oturuyordum ama kendimi görmüyorum tabi. Karşımda hocanın masası vardı. Sıralar ve masa gerçekte olduğu gibi açık mavi renkteydi. Hocanın üstünde siyah bir hırka vardı. Hocayı masasında oturur vaziyette görüyordum. Oturduğu için masanın üstünde kalan kısmını görüyordum ama başını görmüyordum. Oturduğum sıradan baktığımda sağ tarafta birkaç kitap üst üste duruyordu. Sonra uyandım. Ders seçim aşamasında olduğumuz için bu herhalde seçeceğim ders ile ilgili bir rüya, hadi bakalım hayırlısı demiştim.



Okula gittim. Sınıfa daha önce görmediğim, bir hocam girdi. Dersini tanıtım amacıyla gelmişti. Sınıfa girince işleyeceği programı özetleyen kağıtları hepimize dağıttı. Programa baktım. Gayet güzel özetlenmişti. Bu şekilde özet bir program sunulması hoşuma gitmişti. Ufak tefek bu hanım maliyet muhasebesi hocamızdı. Masasında oturuyordu. Programın yazılı olduğu kağıttan başımı hafifçe kaldırınca karşımda masasında oturan hocamı gördüm. Masası bizim sıralarımızdan yüksekte duruyordu. Sınıftaki sıralar ve masa açık mavi renkteydi. Hocanın masası yüksekte olduğundan oturduğum yerden başımı hafifçe kaldırdığımda onu masada otururken görüyor ama başımı daha fazla kaldırmadığım için yüzünü görmüyordum o anda. Gerçek hayatta olduğumuz için bu sefer başımı kaldırıp yüzüne baktım. Üstünde siyah bir hırka vardı. Sol tarafında da aynı rüyamda gördüğüm gibi üst üste konmuş kitaplar. Ben karşısında olduğum için bana göre sağında. O görüntüyü gördüğüm anda içimi çok yoğun bir duygu kapladı bu anı daha önce yaşadığıma dair ve maliyet muhasebesi dersini seçmeye karar verdim. Bu dersten de sorunsuz bir şekilde geçmiştim.



Bu karar üst sınıftan aldığım bilgiler doğrultusunda hem mantıklıydı hem de gördüğüm bu rüya ve bu duygu beni etkilemişti. Rüyaların henüz çözülememiş yanları olduğunu düşünüyorum. Bazı rüyalar günlük yaşantımızdan etkilenerek gördüğümüz rüyalar olurken bazıları haberci rüyalar olabiliyor. Sanırım ruhumuz uyuduğumuzda zaman ve mekanda sınır tanımıyor, yolculuk yapıyor. Hiç bilmediğimiz yerlere gidiyor, hiç tanımadığımız yüzler görüyoruz.



Bazen konuşmadan anlaşıyoruz. Bilgiler alıyoruz. Dokunduklarımızı hissediyor, rüyada olduğumuz halde kendimizi gerçek hayattaymış gibi hissediyoruz. Rüyaların hâlâ çözülememiş bir dili ve sırları olduğunu düşünüyorum.



Yapılan 4 yoruma buradan ulaşabilirsiniz.

Doğa, Mucizeler ve Büyük Göçler Koleksiyonu



Daha önce gazeten kuponla bir belgesel seti almamıştım. Şimdi ise elimde 49 kupona aldığım National Geographic’in “Doğa, Mucizeler ve Büyük Göçler Koleksiyonu” var. Ümitle beklemek ve sabretmek güzeldi. Bu setin içinde otuz dvd, onların kitapçıkları ve iki tane üç boyutlu gözlük var. Bu dvdler deniz canavarları 3d, büyük göçler bir, iki, üç, leoparın gözleri, çöküş, Akdeniz’in kayıp gemileri, Gelibolu karanlıktaki sırlar, kayıp filo, ikinci dünya savaşının bilinmeyen hikayeleri, mavi balina krallığı, Mısır ölümsüzlüğe giden yol, olağanüstü öyküler vampirler, anne karnında ikizler, üçüzler, dördüzler, anne karnında hayvanlar, muhteşem makine insan vücudu, Afrika’nın ölüm makinaları, Hindistan’daki on iki öldürücü hayvan, Amazon’un katil hayvanları, Okyanusların ölümcül hayvanları, Şehirdeki canavarlar,Manş tüneli, Petronas kuleleri, Airbus A380, cruise gemisi, çarpışma rotası, zaman bombaları, yıldız kapıları, evrende başka canlılar var mı ?, uzay fırtınaları başlıklarını taşıyor.

Oldukça büyük bir kutunun içinde yer alan seti eve getirirken taşımakta zorlandım. İlk önce kitapçıkları inceledim. Ardından dvdleri inceledim. Çoğu dvd, kutularının içinde sabit durmuyordu. Hepsini açıp tek tek düzelttim. İlk önce üç boyutlu olan deniz canavarları dvdsini izledim. Ardından ölümle yaşam arasında büyük göçler bir dvdsinin ilk yarısını.



Üç boyutlu deniz canavarları isimli dvdde görüntüler güzeldi. Üç boyut hissini yaşatıyor. Eski çağlarda kıtalar henüz bugünkü şeklini almamışken okyanuslarda yaşayan deniz canlılarını anlatıyordu. Kansas’ta bir paleaontolog ekibinin bulduğu kemiklerden yola çıkılarak günümüzden seksen iki milyon yıl önce yaşamış büyük deniz canlılarının yaşantısı anlatılıyordu. Bu zamanda yaşamış ender bulunan bir Dolikorinkops’un kısa adıyla Doli’nin hayatından bahsediliyordu. Bu canlı geç kretase döneminden bir deniz sürüngeniydi. Hızlı yüzen ve yunusa benzeyen bir deniz canlısı.



Yalnız dvdde ses konusunda bir problem vardı. Ses hafif kesik kesik geliyordu. Bu setin içinde yer almayan bir dvd ile denedim. Bu derece bir sorun yaşamadım. Bilgisayarımdaki bir program eksikliğinden mi kaynaklanıyor acaba diye düşünmüştüm.



Büyük göçler serisinin Türkçe dublajını ise Tarkan yapmış. Şarkıları hoş ama bu şekilde bir belgeselde onun sesini duymak benim dikkatimi dağıttı. Üstelik seste bir problem yaşıyorken. O yüzden İngilizce olarak Türkçe altyazılı izledim. Daha önce BBC’nin Planet Earth isimli belgeselini izlemiştim. Beş dvd’den oluşuyordu. Muhteşemdi. Dağlar, ovalar, mağaralar, çöller, ormanlar, buzullar, okyanuslar, yeryüzü son derece etkileyici görüntülerle inanılmaz bir çalışmanın ürünü olarak bize sunulmuş. Mevsimlerin büyüleyici değişimi, hayvanların göçleri, doğanın muhteşem güzelliği, otların, çiçeklerin büyümesi, hayvanların yaşantısı, içinde hepsini bulmak mümkün. Bu belgesel serisinin çekim aşamalarını izlemekte en az belgesellerin kendisini izlemek kadar güzeldi.



Rengarenk kuşların ormandaki dansı, maymunların eğlenerek nehri geçişi, penguenlerin zor kutup koşullarındaki mücadeleleri,



bir kar leoparının yavrusunu yetiştirmesi, burada her halde hiç hayvan yaşamaz denen çöllerdeki rengarenk yaşam, insanların ayak basmadığı ormanlardaki canlılar, mağaraların ve okyanusların dibindeki ilginç yaşam türleri aklıma gelen konu başlıklarıydı.



İzleyeli çok uzun süre oldu. Mutlaka izlenilmesi gereken bir belgesel serisi olduğunu düşünüyorum.



National Geografic setinde yer alan büyük göçler bir isimli belgeselin ilk kısmında ise ağırlıkları elli tonu bulan, balinalardan daha hızlı yüzebilen ve daha derinlere dalabilen kaşalot isimli devasa bir canlı, Afrika antiloplarının göç yolculukları sırasında Mara nehrini geçişleri, kırmızı yengeçlerin yaşamlarını sürdürme mücadeleleri ve kral kelebeklerinin zorlu göçleri anlatılıyordu.

Yavru bir kaşolot annesinin yanında on yıl kalabiliyormuş. Dünya okyanuslarında kendi başına gezmeye başladığında ise yaşı kırkı bulabiliyormuş.



Yavru ilk zamanlarda annesi gibi derinlere dalamıyor. Annesi onu günde kırk dakika kadar yalnız bırakıp yüzelli kilo ahtapot ve mürekkep balığı yakalamaya gidiyor. Üç kilometre derinliğe dalabiliyor. Yönlerini bulmak için sonar sistemini kullanıyorlar. Çıkardıkları gıcırtı sesleri okyanus tabanından yansıyor.



Afrika antilopları ise nehirden geçerlerken kocaman timsahlarla mücadele etmek zorundalar. Timsahlarsa kıtlık zamanlarında dayanabilmek için antiloplar geçerken karınlarını iyice doyurmaya bakıyorlar. Kocaman dişli ağızlarını büyük bir iştahla açıyorlardı. Karada dişi antiloplar doğum yaptığında da yavruları hemen ayaklanmak zorunda. Çitalar ve akbabalar yeterince güçlü olmayan ve hemen ayağa kalkamayan yavrular için hazırda bekliyorlardı.



Dişi kırmızı yengeçlerin okyanus kıyısında ay ışığında, keselerine topladıkları yumurtalarını okyanusa bırakmak için yaptıkları dans ise gerçekten görsel bir şov gibiydi. Erkek kırmızı yengeçler dişlerden önce, sarı deli karıncaların olduğu, dik kayalıklardan indikleri yollardan geçerek zorlu bir yolculukla okyanus kıyısına varmışlardı. Bu sarı deli karıncaları da kargo gemileri adaya tesadüfen getirmişler. Sonradan çoğalan bu karıcalar yengeçlerin gözlerine ve ağızlarına asit püskürterek onlara saldırıyorlar.



Kırmızı yengeçler sahile ulaştıklarında kaybettikleri suyu ve tuzu okyanustan karşılamak isterlerken bir kaçı boğularak balıklara yem oldu. Kalanlar ise çiftleşmek için dişileri bekleyerek yuva kazdılar. Dişi Kırmızı yengeçlerin ay ışığındaki muhteşem danslarından sonra kırmızı bebek yengeçlerin okyanustan karaya doğru sürüler halinde ilerleyişlerini izlemek de muhteşemdi.




Hayvanlar yönlerini genetik kodlarına, dünyanın manyetik alanlarına, ay ve güneşe göre buluyorlar. Göçler, buluşmalar hep bir düzen içinde. İnsanlar gibi düşünemez denilen hayvanların böyle mükemmel bir düzen içinde hareket etmeleri çok etkileyici gerçekten.



Bir de kral kelebeklerinin Meksika ormanlarından Kanada’ya yolculukları beş ay üç nesil sürüyordu. Amerika’nın kuzeyine varan bu üçüncü nesil kral kelebekleri ipek otlarına konuyorlardı. Bu otlar zehirli. Kral kelebekleri de parlak turuncu renkteler onlar da zehirliler. Dişi kelebek ipek otlarına 200 yumurtasını tek tek bırakıyordu. Bu doğacak nesil ise dördüncü nesil olup süper nesil olarak adlandırılıyor. Çünkü bu nesil anne babalarından on kat daha uzun yaşıyor ve daha fazla dayanıklılığa sahipler. Ataları üç nesilde buraya gelmişken süper nesil, tek bir nesilde geri dönebiliyor. Bir tırtılın kelebeğe dönüşümünü izlemek çok güzeldi.



Meksika’ya geri döndüklerinde ise bu yolculuğu başlatan ataları gibi ağaçlar konarak baharın gelmesini bekliyorlardı. Görüntüleri çok hoştu. Dallara konan turuncu renkli kral kelebekleri baharda çiçek açan ağaçları hatırlatıyordu. O kadar çoklardı ki ağaç sanki kelebek ağacı gibi gözüküyordu.



İzlediklerimden ilk aklımda kalanlar şimdilik bunlar. Doğayı, hayvanları, bitkileri çok seviyorum. Belgeseller yoluyla doğayı keşfe çıkmak hayranlığımı ve sevgimi kat be kat arttırıyor.

Yapılmış olan 18 yoruma buradan ulaşabilirsiniz.